Her yazar biraz şairdir, derler; ne var ki her şair yazar mıdır biraz? Kuşkusuz doğruluk payları güçlü şairler var mutlaka, ama yazar ile şairi ayıran ya da birleştiren şeyleri merak etmek sanırız çok da edebiyat raconlarına ters kaçmaz. Şairlere tanınan ve bir ucu dehadan başlayan ve diğer ucu boşvermişliğe, boheme kadar giden noktalı ve ince bir çizgide nedir şairin, noktaları birleştirince ortaya çıkan profili, gölgesi?
Şimdi. Az sonra sorularımızla gözümüze kestirdiğimiz bazı cevapları arayacağımız bir şiir/şair/edebiyat uzmanı bir "yazar" var karşımızda: HALİL GÖKHAN. Edebiyat çalışmalarının içine girdikçe, derinlere daldıkça basmakalıp kimlik tanımların, göstergelerin yerini gerçek anlamlara ve klişelerden uzak saf taımlara bıraktığını görürüz ya tıpkı bunu gibi Halil Gökhan'ın da yapıt ve çalışma derinliklerini tanıdığınızda ondaki saflığı fark edebiliyoruz. Neredeyse "doğduğu günden bu yana" şiir yazan, çeviren, eleştiren bir yazar düşünün. Sayıları yirmileri aşan şiir dosyalarının tozlu gölgeleri ve sisi altında tam kırk beş yaşında "ilk" şiir kitabı MELEK ZAMANI'nı yayımlamış.
Ve sorular zamanı...
Merhaba. Bir şairi tanımak, onun şiirini anlamaya yardımcı oluyorsa eğer, önce kendinizi tanıtmanızı istemekle başlayabiliriz ama öyle biyografik bilgilerle değil. Mesela sabahları kahvaltıda ne yersiniz? Kaçta uyanırsınız? Uyku düzeniniz var mıdır? Kahve içmeden ayılamam, diyenlerden misiniz? Kahvenizi nasıl içersiniz? Uyurken terler misiniz? Kendinizi kış mevsiminde mi, yazın mı daha iyi ve verimli hissedersiniz gibi şeyler?
Kahve sorusu sanıyorum tuzak. Ya da ironik bir gönderme, editörü de olduğum Kafekültür’e. Bunun için teşekkür ediyorum. Yazarlık hayatımı 360 derece kitap yayıncılığı ile “taçlandırdığım” son on iki senede şairliğimin de aslında yeniden doğuşuna tanıklık ediyoruz. Şairlikte doğuşu kitabının yayınlanmasıyla başlatanlara hak da versem kitabın aslında şairin rüyası olduğunu da unutmuyorum. Henüz yayımlanmamış ve yayımlanmaya değer yaklaşık 20 dosyalık şiir külliyatım bana daha çok okunmuş, uyanmış ve gerçek gibi geliyor. Antibiyografik durumu izninizle bu tanıklık üzerinden yanıtlayacağım: Şiiri bıraktığımı düşündüğüm 30 yaşımdan sonra yaklaşık bir 15 sene uyku düzenim gayet iyiydi. Geleneksel sokak ve pastane lezzetlerimizle yapıyordum kahvaltılarımı. Kalabalık aile kahvaltılarına sanırım artık çok geç kalmıştım. Kahveden çok tasarılar ve düşlerdi beni tam olarak uyandıran. Sonraları bunun yerini biraz kahve çokça da su yani duş aldı. Kitap yayıncılığını zorunlu olarak seçtiğim ve sevdiğim zamanlardan bu yana artık pek uyuyamıyorum, çünkü kitaplar asla uyumaz ve susmazlar, biliyorsunuz.
Şair durumunuza acil bir girişte bulunmak için hızla soruyorum o zaman: İlk şiirinizi ne zaman, nerede ve hangi duygularla yazdınız?
İlk şiir derken bunu kariyerimin ilk adımı anlamında ilk şiirimin yayınlanması olarak anlıyorum. Açıkçası böyle bir şey olmadı. İlk şiirimden öte ilk şiir kitabım oldu diyebiliriz. Duygusal tarafı ise heyecandan çok görev duygusu yüksek bir girişimdi benim şiirsel gerçekliğim, 90’lı yıllarda. O yıllara gelinceye kadar bir şairin geçirebileceği bütün dilsel, düşünsel ve hayati tecrübeleri geçirdim diyebilirim sürreel anlamda. Sözkonusu tecrübelerin dağınıklıklarını bir araya getirip ortaya bir belkemiği ya da omurga çıkarmak gerçekten de zordu, hatta imkânsızdı. Sanırım kültürel ve siyasal anlamda 70’ler ve 80’ler çok karışıktı ülkemizde: Hem işin heyecan tarafı hem de eylem tarafıyla elbette. Sanattan olmasa edebiyattan genel olarak çok şey bekleniyordu. Bu da edebiyatın temel unsuru olan Yazı’yı düşünsel ve kuramsal anlamda dilimizle girdiği tüm ilişkileri vasatlaştırdı, yüzeyselleştirdi. Şu anda tüm hayatımızı tekeline alan mesaj kaygısı o zamanlar dünyanın en temel iletişim aracıydı, hatta iletişim yoktu sadece mesaj vardı. Hava çok karmaşıktı ve meteorolojiden anlamayan bir yeniyetme olarak kişisel savruluşlara ve kıyı hareketlerine bıraktık kendimizi. Yeterince büyük ve söz sahibi değildik, ama galiba hâlâ değiliz, o dönemlerin egemen söylemi ve sözcüleri hâlâ yaşlandıklarını ve geçmiş olduklarını kabul etmiyor. Acı tarafı şu ki bizim hâlâ toy olmamızla bu gerçekleşebiliyor gibi bir durumdalar. Sanki bu siyasi gösteri sadece bize yapılmış bir şovdan öteye gidemedi.
Madem kuşaklar sorununu açtınız şiirde toplumun yeri hakkında ne düşünüyorsunuz diye sorayım ben de size?
Bu çok eski ve belki hâlâ güncel sorunsalı ben ters çevirerek tüm şairlere soruyorum: Toplumda şiirin yeri gerçekten de nerede? Bence yok. Şiir de buradan varlığını temel alıyor. Açıkçası ben şiiri açıklamayı, şiir üzerine konuşmayı, yazmayı artık reddediyorum. Şiirlerimizle ilişki kuramayan toplum, şiirimizi felsefesiyle nasıl yakınlaşacak ki… Bunu bir cürüm olarak kimseye atfetmiyorum. Öncelikle şairlerin şiirin çok özel bir eylem olduğunu kabul etmeleri ve buna razı olmaları gerekiyor. Şiirin, kendisinden başka hiçbir önemli ya da gerekli ifadesi olamaz. Şiir, kendisi dışında hiçbir anlama gelmez. Toplum ise bir anlam ve değer arayışının gergefiyle örülmüştür. Bir suni yapıdır. İdealize edilir. Şiirse soyutlanamaz, indirgenemez. Yok hükmündedir, çünkü sadece kendisidir. Ağacın yalnızlığını orman teselli edemez. Ve ağaçların özgürlük, kardeşlik gibi meseleleri yoktur. Yanarlar ve onlardan bir şeyler yapılır. Tıpkı şiir gibi. Belki de toplumu oluşturan şiirin ta kendisidir, ama toplum için şiir yapılmaz. Şiirden toplum yapılır tam da.
Şiir, roman, derleme ve çeviriler olmak üzere pek çok esere imza attınız. Peki, eserleriniz arasında işte bu beni anlatıyor ya da işte bu gözbebeğim dediğiniz bir tanesi var mı?
Kendimi bulduğum eserlerim şiirlerim, şiir kitaplarım. Ve kaybettiklerimse roman ve öykü kitaplarım. Kendimi ve her şeyi gizemli bulduğum için birşeyler arıyorum sürekli merakın feneri altında. Gözbebeğim ise her zaman için bir sonraki henüz yazılmamış olan kitabım veya eserimdir.
Türk şiirinde Birinci Yeni dediğimiz 40’lı yıllar ve İkinci Yeni dediğimiz dönemlerden sizi en çok hangisi etkilemiştir? 80’li yıllardan sonra oluşan dönüşüm hareketi şiirimize neler kazandırmıştır?
Keşke bu soru şıklı olsaydı daha rahat yanıtlardım. İlk soruyu kastediyorum tabii ki. Sanırım ilk soru daha yeni ve genç edebiyat kuşaklarımız için son derece ütopik olurdu, zira Birinci Yeni 2000’li yıllar için bile oldukça uzak kalan bir şiir/edebiyat dönemimiz. İkinci Yeni’ye gelince onun da tam olarak hakkının verilip anahtarının teslim alındığı yıllar da 2000’lerden sonra oldu sanıyorum ki, özellikle okurlar için. Kişisel olarak Birinci ile 80’li yıllarda, İkinci ile de 90’lı yıllarda iletişim ve ilişki kurdum denilebilir. Garip Kuşağı ve Şiiri, Soğuk Savaş döneminin Türkiye’sinde ve Türk edebiyatında ilgiden çok bilgi düzeyinde kuşatıldı edebiyatçılar tarafından. Gerçekte bu dönemin siyasi angaje özelliği sanatta eylem aşırılıklarıyla daha az ilişki kursaydı İkinci Yeni de bu ilgi/bilgi kervanına katılabilir ve bu 25-30 yıllık dönemde Türk Şiiri doğal evrim süreçlerini tam olarak yaşayabilirdi. Ne yazık ki siyasi krizler ve felaketlerin sosyokültürel sonuçları çok olumsuz oldu Türk kültürü üzerinde. Herkes, her varlık ve tema, her topluluk ve bireysel çıkışlar aşırı derece savruldu, gelişmelerin önü tıkandı ve dogmaların önü açıldı. 2000 sonrası bu ağır hasarların telafisiyle geçecekken ani bastıran globalizm kültür üzerinde birkaç yüzyıllık bir dejenerasyon yarattı ve sanat dünyası bir genel kültür konusuna indirgendi; iletişim, teknoloji araçları, mesaj ve içerikten, sahicilikten yoksun tasarım tuzu biberi oldu. Dünyayla kıyaslandığında hem kurum hem de araçsal olarak kültür ve özelde edebiyat dünyamızın ve Şiir’in tüm soluma organları lümpenin, kötülüğün, kitsch’in, bayağılaşmanın, tekrarın tekrarının, arsız kopyacılığın kuşatması altında. Çizgisel Birinci Yeni’den, edebiyat geometrik olarak kuşatan İkinci Yeni’ye giderken Soğuk Savaş’ın sanat ve edebiyat üzerindeki zararlı serpintileri halen temizlenemedi giderilemedi. Galiba şu an bir toprak örtünün altında bulunuyoruz ve üzerimizde ağır bir teknolojik araçların katmanı ve ağları var; kıpırdayamıyoruz, konuşamıyor söyleyemiyoruz. Çıkardığımız sesler duyuluyorsa da dilimiz artık anlaşılmıyor.
Yazılarınızı yazdığınız, çalışmalarınızı yaptığınız belirli bir yer var mı? Her koşulda, her mekânda yazabilir misiniz? Notlar alır mısınız? İlhamın gelmesini mi beklersiniz yoksa yazmak için şartlanmayı mı?
Bazıları ve bazen de hepsi. Belirli bir yer yok. Daha doğrusu yerler sizi seçiyor ülkemizde. Yerleşik gezginiz hepimiz. Zaman zaman 10 seneyi aşkın bir zaman çalışma masamın olmadığı olmuştur, kaldı ki yazarlığına mekân ayırabilenleri tanısam da yazarlığın hayatımca yönetilmesine bir türlü mani olamamışımdır. Bir örnek daha: İlk 4 romanımı -yani hepsi- çalıştığım ofislerde bitirebilmişimdir, ama asla buralarda şiir yazamadım ya da kitap okuyamadım. Beşinci romanım için bir yer “seçtirildiğimi” düşünürken, içine hapsolduğumuz salgın ortamında bu iş o kadar karıştı ki, kim içeride kim dışarıda bunu sabit bir cevabı yok henüz. Gerekli motivasyon sağlandığı sürece, ki buna ben ilhamın ayak sesleri diyorum, her yerde her zaman yazılabilir, ta ki her şeyin bir masada birleşeceği o en üst olgunluk düzeyine erişeceğimiz günlere kadar. Ölümsüzlük küplerimiz doluyor belki de yarıyı aştık. Not almak başlı başına ana çalışma düzenim diyebilirim, fakat çok yerde çok farklı biçimlerde. Yaşım ve kuşağım gereği yazılı basılı notlar ve arşiv, yazım düzenim hâlâ azınlıkta değil çalışma hayatımda.
Aşk olmasa şiir de olmaz mıydı? Hepimizin derdi aşk mıdır? İnsan, aşk olmadan yaşayamaz mı? (Genel anlamda bir aşktan bahsettiğimi anlamışsınızdır burada)
Konuyu tamamen bildiğimi ya da anladığımı söyleyemem. Yine de bu eksiklik onu araştırmamı hakkında yazmama engel değil. Yazarak, konuşarak dahil olabileceğimiz bir alan değil duyguların ortamı. Aşk olmayabilir miydi, emin değilim. Canlılık ve yaşamın olduğu her yerde üreme içgüdüsünden kara aşka kadar sevginin her türü yaşam alanı bulabilir, buna inanıyorum. Aşkın ne olduğundan çok onun bize ne söyletmek ve neleri anlamamı gerektiğine işaret ettiğine bakmamız gerektiğine de inancım tam. Aşk felsefi bir çalışma alanı da aynı zaman. Filozoflar için hem doğruluk ve sahicilik turnusolü hem de yetkinliklerini ispatladıkları zengin bir alan da insana dair. Zira felsefenin insan dışında kalan ayaklarında Aşk, sınırlı ve az boyutlu olarak ele alınıyor. Ülküselleştirmeler yüzünden, Aşk o bölgelerde bir yabancı gibi adeta. Aşk hem tek derdimizdir hem de Aşk’ın derdi bize dert çıkarmaktır. Aşk olmadığı bir zaman ve yer olamaz. O aynı zamanda en zengin ve güçlü mirastır. Birisini kaybetmeyiz aslında, onun sevgisini hatıralarını yaşatarak daha çok hak ederiz. Aşk olduğu için ölüm bu denli sessizdir, bilinmezdir.
Peki ya yalnızlık? Yalnız doğar, yalnız mı ölürüz? Bir sanatçının, bir şairin sürekli yalnızlık temasını işlemesinin sebebi ne olabilir?
Anlam çabası. Anladığında ondan kurtulacağına dair bir önyargı yüzünden. Oysa yalnızlığın mutlak mutluluk olduğunu -özellikle hasarlı, ama yazarak yaşayan dimağlara- anlama yolculuğunda çok önemli ilk yanılgılardır bunlar. Her şeyi bilsek zaten hiçbir yere kımıldamaz hiçbir şey yapamazdık. Eksiklik duygusu ve merak değil mi tüm hatalarımızın B yüzü? Benim yalnızlık üzerine şiirlerim var, hatırlıyorum, yazı da yazmışlığım vardır. Şu an söyleyeceklerimi yalanlayan şeyler de olmuş olabilir, ki onları da o sözünü ettiğim ilk yanılgılar koşuluna bağlayabilirim en fazla. Ne var ki bundan sonra yalnızlık üzerine yalnızlığı psikopatolojisi, antropolojisi gibi şeyler yazmaya okumaya zaman ayırabilirim en fazla, yoksa bu yolculuk bitmez. Açıkça söyleyebilirim ki şimdilerde yalnızlığı “beni rahat bırakın dünya, tarih, sanat ve zaman için ayırabileceğim aklıbaşında vaktim artık çok kalmadı, bırakın onları da tamamen mutlak yapıta ayırayım” düşüncesiyle algılıyorum. Sanırım bu da kuşakdaşlarımla hemfikir olduğumuz bir kaygıdır aynı zamanda. Yalnız kalabiliyor muyum, hayır. O da yine bir kuşak acizliği. Biz ilgilenmeyi bırakırsak dünya da toplum da yolunda gitmez endişesi bir türlü peşimizi bırakmıyor.
Hikâyenin şiirinizdeki yeri nedir?
Çok yeni değil, ama sürekli bir tartışma bu. “Narratif” yani anlatmalı, öykülü şiir olarak sanırım bir dönem de bizde, tartışılmasa da şiir üzerine yapılan atmasyonların en havalı terimlerinden birisiydi. Unutmamak gerekir ki bir yazar ya da şair teori, eleştiri okumak zorunda değildir. Yani yaptığı işin ne olduğu, nasıl yapıldığı ve ne yapması gerektiğine dair tezviratlar işi öylesine bozar ki bir süre sonra güzelyazı buyurganlarının emireri olunur. Garipsemesem de kültürel buyurganlık kendi soyuyla gayet barış içindedir, bazen sanatçıyı da yoklar ve böyle suni, gündemsiz patlamalı terimler ortaya atılarak sanatçının başını derde sokar; eksiklik duygusunu azdırır ve garip bir haz da duyar kültürel otorite tüm bunlardan. Sanatçı zaten otorite karşısındadır, en temel savaşımlarıyla. Al sana yeni bir kavga. Olsun o da yapılır vakit kaybettirilse de. Okurun zaten şiiri okurken çözdüğü bir şeyi, yani şiirin tüm çözümleme argümanlarını, neden iki şiir arasındaki sessizlikte bir kâbusa ya da kakafoniye çevirelim ki? Biz narratif şiir kavramını bilerek ona hâkim olarak yazamayız. Dertler, meseleler veya derin suskunluk boşlukları bize yaz, der ve yazarız. Sonradan havaya ve suya ve toprağa ve rüzgâra göre onların şu, o ya da bu biçim’inde oldukları dile getirilirse de tüm bunlardan öz’e ne?
Fransızcaya hâkim olduğunuzu, çeviriler yaptığınızı biliyoruz. Türkçe deki kelimelerin size yetmediği anlar oldu mu? Aklınızdan geçenleri, düşündüklerinizi aktarırken zorlandığınız, yerine koyamadığınız cümleleriniz oldu mu?
Yabancı dil bilmenin, öğrenmenin “artı”ları olmak demek olduğu bir dönemden geliyorum, hiç kuşkusuz devlet okullarının da çoğunlukta hatta tek oldukları bir dönemdi bu. Yabancı dilin bir uygarlık olarak keşfedildiği zamanlar da diyebiliriz. Yazılı ve kitap tercümesinin okulunun olmadığını, alaylılığın okul olduğunu düşünenlerdenim. Yazarlıkta bu çok açıktır ne var ki çeviri için ön yüzde ciddi bir dil eğitimi, fonda ve tabanda ise kesinlikle hedef dilin çok iyi özümsenmesi, bunun yanı sıra Türk ve dünya kültürünün de genel kültürün üzerinde anlaşılması gerekir. Yaygın ve örgün öğrenimlerle, meslek stajlarıyla tüm bunlar gerçekleşebilir mi emin değilim; hepsi de ayrı ve özel disiplinler. Tutku ve adanma gerektiren konular da aslında. Böyle doğru bir çıkışla nasıl dünyanın fizik yasalarıyla tüm evreni anlamaya çalışıyoruz, Türkçenin sözlü dil geleneğinden henüz kopamadığı zamanlarda artık kaynak ve hedef dil sözlüklerinin sözcük sayılarının oranlarının çok da çeviri eylemi üzerinde etkin olmadığını söyleyebilirim. Bu düşünce de bizi çevirinin en zevkli kısmına götürüyor. Şahsen bir şiir çevirisi tutkunu olarak söylüyorum bunları. Çeviri ve zorluk kelimeleri ateşle barut gibidir zannımca; yan yana gelmeleri genellikle kötü niyetler taşır. Ve çoğu ham kafa popüler kültür klişeleri ile çevirmenleri hemen yargılamaya yeltenir. Ne kaynak dili bilir ne de hedef dili; okuduğunu anlayamaz -bakın diploma ve yazma yeteneğinden bahsetmiyorum bile- ve hemen çevirinin kötü olduğunu iddia eder. Linçe yeltenir, çünkü o anda bir “niteliğini” keşfetmiştir; kendi toplumunun lanetli eleştiri hırslarına aldanıp kolayı seçer ve zavallı çevirmenleri hayatının bir döneminin popüler kurbanları haline getirir. Kolay hedef, hedefsiz bir kolaycılıktır bunlar. Bu dalgacımahmutları diğer alanlarda pek göremeyiz; o sırada popüler olmayı seçen hangi disiplin ve zanaat varsa oraya öbeklenirler. Zor, zahmetli, altyapı ve adanma gereken alanlarsa “entel”dir, toplumdan kopuktur, çünkü kendilerini av alanına kolayca sunmazlar kültür düzeyleri gereği; popülizmden budalaca talepleri de yoktur. Yani konuyu anlamışlardır gerçekten de.Türkçe yazarken kafamdaki yabancının yazdıklarımı okuyup bana direktifler verip vermediğini eğer soruyorsanız öncelikle onun iyi bir Türkçe öğrenmesinin yanı sıra sanata kültüre edebiyata tutku duyması, yeniliklere açık olması ve biraz da ben olması gerektiği inancındayım. Yani kafamda bir dil müfettişim yok, fakat meraklı, az da suskun, hep çırak kalan bir anlatıcı var. Öğrendikçe, okudukça, şaşırdıkça daha çok anlatacak şey biriktiren yani yazan, fırsat buldukça onları yayınlayan bir Türk Dili (le language turc) gönüllü mahkûmu var, bana ayrılan zamanların ve belleklerdeki yerlerin sonuna kadar.
Bir şair sizi nasıl etkiler? Bir romancı ya da bir yazar? Bunu yayıncı kimliğinizle açıklarsanız sevinirim.
Hayatı ve sırlarını, sınırlarını anlamamın; kendimi tamamen bu işlere adamamın altında şiir olduğunu asla saklamıyorum. Günlük hayatta özellikle ülkemizde mesleki alanda da bir zayıflık, güçsüzlük olduğunu bilmeme rağmen. Tek başına yazarlık kariyerini seçmek ve bunda ısrar etmek kendini ateşe atmakla eştir. Sadece şiir bana nasıl ciddi bir evrenle karşı karşıya olduğumun sırlarını verdi. Yolumu her kaybettiğimde ona sığınırdım. Bu bir formül ay da yaşama reçetesi değil. Kimseye de tavsiye edemem. Kendime özgü yolum bu. Nesnel rastlantıların da ışığında… Öncellikle kendi hayallerimde aradım gereksindiğim etkilenmeleri. Hayallerim olmasaydı ne yazdığımı bilebilir ne de okuduklarımdan ne anladığımın farkına varabilirdim. Günümüzde seçenekler çok, yol arkadaşları ise kalabalık görünürken bu işin bir yalnızlık yolculuğu olduğunun üstü giderek kapatılıyor, bu doğrudur. Çünkü klişeler kitapların, kibirlerse paylaşmaların çok önüne geçmiş bir durumda. Satış ve reklam kaygısından öteye gidemeyen, popüler içeriklerinden ve kapaklarından kopamayan bir kültür “magazini” dünyası hâkim. Çok yakın da “ben de” “hem entel hem arabesk, hem muhafazakâr hem laik,
hem edebi hem popüler, hep ağlak hep melankolik bir dergi” çıkarmayı düşünmedim mi? Elbette asla. (Burada yazar kahkaha atıyor. EE) “Yeni üçüncü hamur tel dikişli renkli posterli popüler kültür fantazileri derginiz tüm bayilerde!!!!” şeklinde benden asla bir tanıtım spotu alamayacaksınız. (Gülmeye devam ediyor. EE)
Şiirlerinizde ve yazılarınızda anlatım kapanıklığı göze çarpıyor, bunu özellikle mi yapıyorsunuz, okuru zorlamak gibi bir tarzınız mı var yoksa kendiliğinden gelişen bir şey mi?
80 ve 90’lı yılları edebiyatın eşiğinde geçirenler için “bir serüvenin yazısı mı yoksa bir yazının serüveni mi” sorusu, biraz geç de olsa en önemli yol ağızlarından birisiydi. Bu seçimi koşullu olarak yaptığımı söyleyebilirim. Beklediğimin de ötesinde çıkış, istediğim sorulardan gelmedi; tersine yükselişinin başında olan kitap eleştirisinde günlük ve haftalık medyaların ağırlık kazandığı bir dönemdi ve edebiyat dergilerinin de hem ayrıştığı hem de kapandığı bu zamanda yarı kültür gazetecisi yarı gizli düzyazı yazarı olarak günlerimi geçirirdim. 30 yaşıma kadar içinde bulunduğum devletçi durum da aslında bana çok güzel bir kültür laboratuvarı oluşturuyordu. Ortam ve kliklerden korunuyor, cesarete ve kolektif arzulara ihtiyaç duymuyordum. “Kapalı edebiyat”ın da tam istediği puslu bir havaydı bu. Tek tehlikesi de yitip gitmekti. İşte o yarı kültür gazeteciği durumu beni sosyal kılmayı sürdürdükçe ben de yeterli uzaklıktan edebiyatın toplumsallığını incelemeye, hem de itilmeden irdelemeye devam ettim sürekli olarak. Yani halk tabiriyle sanat, için sanat’ı toplum için icra eden bri sanatçı olma yolunda oldum hep. Bu da kapalılığı sevmeme, vazgeçmeme yola açtı. Sonuçta yine karanlık kazandı.Okur için söyleyebilecek birşeyim olduğunu hiçbir zaman düşünmedim. Bu, onu kurgulamak, aramak hatta yaratmakla aynı anlamı taşırdı ki ben görmediğim dokunmadığım şeylere hiçbir zaman inanmadım. Hâlâ da öyle.
Teşekkürler
Ben teşekkür ederim.
Comments