Halil Gökhan ile yeni kitabı İSTANBUL OTELİ üzerine söyleşi.
İstanbul.
Gitmesek de görmesek de bin köyden hallice İstanbul.
Marmara kadar Anadolu’da da yarattığı yankılarıyla İstanbul adeta Türkiye’nin yüzü ve astarı; düğmeleri, kapıları, kolları.
Edremit’te 1905’te yapılan bir otel İstanbul Oteli. Türk ve Rum iki ortak, Alman bir mimara yaptırıyorlar bu oteli. İlk 10-15 yıl kişisel kullanıma yönelik kullanılsa da daha sonraki zamanlarda otel olarak hizmete açılıyor anılan adıyla. Ve günümüze kadar geliyor bu yıkıldı yıkılacak yapı, hem de “modern” Edremit kasabasının tam ortasında.
Pandemi başlarında Edremit’e yeniden yerleşen yazarımız Halil Gökhan bu metruk yapıdan çok etkileniyorsa da nedense bu yapının adından başka bir bilgisi yok gibi adeta. Belki de kimse görmüyor önünden karşısından geçerken bu yapıyı. Ya da yıkıldığında haberleri olacak.
Derken kitap elimize geçti. 41 öykünün yer aldığı bu yapıtta kısası uzunuyla, ödüllüsü ve sadesiyle 1990’lı yıllardan bir geçit havası çok dikkatimizi çekti. Bunca öykü neden bunca zaman bekledi gibi birçok soruyla… Başlıyoruz.
Bu kitabın oluşumunda geçen 37 yıllık yazım sürecinde edebi yolculuğunuzda neler değişti?
İstanbul Oteli bir kitap olmanın ötesinde sanıyorum ki bir geçmiş mozolesi. “İçeride” çok bekleyen, bekletilen 41 öyküm için, beş sene önce ikinci kez yerleşmeye geldiğim Edremit (Balıkesir) kasabasında karşılaştığım bir metruk otelin içinden sesler ve lekeler olarak kaçmaları diyebilirim. 37 yıllık zaman aralığının tam olarak düzenli ve ritimsel olarak sürdüğü söylenemez tabii. Kitabın adını taşıyan otelin, onunla karşılaştığım ilk günden beri bir kişisel saat gibi çalışması sonucu bu mozole oluştu ve kitaba adını verdiğim öykümle şimdiki zaman da eklendi bu paralel akışa. Yeni, öncekinin belki de ilkinin özelliklerini taşımayan bir dönemin başlangıcı olduğunu da hissediyorum İstanbul Oteli’nin. Yolculuklarda oteller çok önemli değil midir? Onların süresiz yabancılığı, sizin süreli yabancılığınız sayesinde ortaya kıvamından yenemeyen bir edebiyat pastası çıkar, bu dev imgeyle: Otel. Ben biraz da Edremit’te yoldan ayrıldım sanırım, kimseye tavsiye edemeyeceğim bir şekilde. Bu kasabada yaşadığım son yıllarda eğer bir edebiyatçı olmasaydım çoktan akıl hastanesine kapatılmıştım.
Bu durumda edebiyat, sizde bir çeşit terapi yöntemi diyebilir miyiz? Terapi olarak başka nelere sığınırsınız, biraz açabilir miyiz?
Tıbbi bir terim kullanmadım dikkat ederseniz. Akıl hastanesi, yaratıcı popülizmin, sözlü geleneğin en büyük buluşlarından birisidir, tıpkı bilgisayar, günebakan, biçerdöğer gibi… Psikiyatri kliniği terimini kullansaydık Michel Foucault’nun “Büyük Kapatılma”sının bir nesnesi olurduk hemen. Benimkisi biraz da ironiydi, kasabaların gerçek bir akıl hastanesine olmalarına dair. Bu ironi aynı zamanda neden genç yaşta kendine daha çok güvenenlerin taşrayı terk etmeleri ve bir kısmının günün birinde (bkz. Cinema Paradiso filmi) oraya dönmelerini daha ayrıntılı anlatır sanıyorum. Benim bu ikinci taşra deneyimimde, olasılıkla birkaç yüz kitap daha fazla okumuş olduğum için, şu saptamayı yaptım kolaylıkla: büyük şehir, metropol, megapol yoktur. O büyük yapbozların parçaları kasabalardan oluşur. Aslında sadece kasaba vardır, kaçış sınırları ve yollarıyla çevrelenen. Bu saptama, 90’larda merkez-periferi açıklamasını çokça kullanan post-modernistler ve anti-postmodernistlere de bir gönderme ya da selamlamadır sanıyorum. Bilene, isteyene, kabullenene edebiyat bir sanatoryumdur, okumakla, yazmakla.
Yazma biçiminiz ve bu süreci değerlendirmek adına bize söyleyeceğiniz şeyler var mı? Mesela geçen bu uzun yıllarda yaşadığınız pişmanlıklar neler?
Pişman olduğum yazma biçimlerim yok değilse de onların üzerini yeni türler deneyerek kapatmayı hep yeğledim. Edebiyatta her tür, ayrı bir nota ya da bir solfej çalışması. Asıl pişman olduğumsa biçimlerden çok içerik konusu. Önümüze hep konan şey: Kurgu mu yaşantı mı? Ben hep kurgucu oldum, çünkü hedefleri ve amaçları zamanını aşmak, ötelere gitmek ve yarına kalmak olan her türlü güdülenmeyi derinden hisseden sanatçılar için dün ve bugün yapılmış olanlar bir gölge düzeyindedir sadece. Burada bir tartışma açmaktan çok, varsa sona erdirmeyi istemiş olabilirim. Gerçek tartışmalarsa yapıtlarımızda açılır ve yapılır. Yapıt dışındaki her türdeki lakırdı ve gevezelik kültürdışıdır ve edebi yetenek içermez. Kaldığım yerden devam edersem, içeriklerimin kurgusal olmasındaki ısrarımın yavaşladığı bir dönem açıyor İstanbul Oteli aslında yazın hayatımda.
Öykülerinizde gördüğümüz şiirsel anlatım sizin nezdinizde şiirin daha ağır bastığını mı gösteriyor?
Sıfat olan şiirsellik ile şiirin düzyazı çalışmalarımda yer alması, madalyonun iki yüzü, hatta ikiyüzlülüğü olarak değerlendirilmelidir. Tarihsel yazı içinde ana insani söylem akışı olan şiir, diğer metinlerden uzaklaşır veya onlara yaklaşır. Temsiliyet ve hatta yalan gücü de artabilir, azalabilir şiirin yazınsal söylemi içinde. Örneğin ünlü bir yazar dostum şiir okuduktan sonra yazdığı romanın başına oturma arzusu duyduğunu söylerken ben de o dönemler deneme okuduktan sonra şiir yazma isteği fark ederdim genelde kendimde. Bunu söylediğimde kendisinin de şiir yazdığını, ama böyle bir bağlantı kuramadığı değerlendirmesini yapmıştı. Bu aktarım deneyimi yaşamımda tektir. Buradan ne kadar yalnız ve iletişimsiz olduğumuz çıkarılabilir, biz yazarların. Bu bir sır da değil üstelik, daha vahim olanlarını söyleşilerde ya da sohbetlerde birbirimizden duyarız genellikle. Evet bu 37 yılda en çok şiir yazdım, onlarca dosya elimde. Yazdığım öyküler de ikinci sıradadır, ama ana sıralamayı, yani yayın iznini veren, sonradan geçmiş olma özelliği taşıyan zamanın ta kendisidir. Bence diğer türlerden farklı olarak şiir, ancak yayınlanınca şiir kitabı olabilir. Öykü ve diğer türlerin tek başlarına yaşama şansları oldukça yüksektir. Kitap kapandığında dışarda kalma olasılığı çok azdır tür olarak şiirin. Bir evi olmuştur artık ya da kapatılmıştır. Diğer türlerse hep sokaklardadır. Oteller gibi.
İlk öykülerinizi yazdığınız 80’lerin sonlarında İstanbul’da nasıl bir edebiyat ortamı vardı? Öyküler nasıl ortaya çıktı? Sizi destekleyen edebiyatçılar oldu mu?
O dönemlerde Ankara’yı soluyordum daha çok. Dergilerle bir çatışma içindeydik. Herkes iyi ve olmuş’u “hemen” istiyordu; iyi ve olgun hemen olamıyorduk ne yazık ki. Kimse el uzatmıyordu ya da başka şeyler uzatıyorlardı: aidiyet ve taraftarlık bildirileri; okumadan anlamadan seçmeden teslimiyet talepleri. 1990’da İstanbul’a ayak basmaya başladığımızda süreli yayınların atış alanı mesafesine kadar yaklaştığımızı düşündük. İstanbul, Konstantinopolis ya da Bizans’tı hep; ve hâlâ da öyle. Kriminel olarak değil kültürel açıdan söylüyorum bunu. Yalnız ve özgür değilseniz onu anlamanız da çok zordu. Şehir bunu size vermiyordu; sizden beklediği bir şey de yoktu; şehir vardı, oradaydı; belki henüz kurgulanmamış ve planlanmamıştı; her şey seçiminize kalmıştı. Günümüze göre en ayırt edici özelliği o dönemlerde kurumsal olmayan edebiyat yayınlarına bir şeyler gönderdikten sonra cevap alabiliyordunuz ya da ben çok şanslıydım. Sadece süreli yayınların (dergi dediğimiz) yazarlara yetebileceği bir algı dolanıyordu yine de “piyasa”da. 1980’lerin başında hemen hemen günümüzün başat bağımsız yayıncılarının kurulduğu düşünülürse 90’lar çok çok toydu henüz. Bir meslek ya da hayat arkadaşı olarak bile seçenekler yok denecek azdı. Sözkonusu yayıncılarsa örnekse Türk edebiyatı konusunda çok ketumlardı, bir tanesi hariç. Benim de talihli olduğum o yayıncıyla çalışmalarımla ortaya çıktı o sıralarda. Ve İstanbul, Beyoğlu, mekân, yalnızlık, yalıtılmışlık, şiirsellik… Ne derseniz deyin; o öykülerin çoğunu İstanbul’da, İstanbul’a yazdım; o dev tabula rasa’ya…
Öykülerinizde bir zaman-mekân ilişkisi içinde bir sürü boyut, toplumsal hezeyan ve ilişkiler var, roman olabilecek ölçüde üstelik. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Mesela hangi öykünüzün roman ya da film olmasını isterdiniz?
En korktuğum şeyin başıma geleceğini anladım sen de bunu söyleyince. Buradan sinemacıları televizyoncuları uyarıyorum ciddiyetle: Sakın! Bir romanım zaten tacize uğradı sahne sahne sekans sekans. Ödül de almış bazı öykülerim “film öyküsü”dür. Tamamının alınıp çalınıp film yapılması mümkün değildir, ama ilk romanım Yedinci’de sinemacıları edebiyatın tanıklığıyla yargıladığımı bilenler beni anlayacaktır; sinema hep yazmak isteyen, ama buna yeteneği olmadığının ayırdına hâlâ varamamış bir “yazan”dır. Sonradan çok köpürtülen televizyon dizileri ve filmleri -siyasetin de arkadan ittirmesiyle- büyük güç elde ettikleri için her şeyi izinsiz ve bedavaya yapmakta serbest olduklarını -tıpkı yazan/yazar aldanışında olduğu gibi- düşünebilirler. Zamanın kameraları bunları takip ediyor ve “yazarak” saklıyor emin olsunlar. Bazı öykülerin, edebiyatta, roman olma özelliği taşıma olasılıkları sanırım bu “yazan” psikolojisinden kaynaklanıyor. Bunu yazarın kendisi yapıyorsa bir iç soygun diyebiliriz buna, yazarın kendinden çalması yani. Ben bir tepki olarak, sinemacılar gibi yaparak ilk romanımı daha önce yazdığım ve en çok sevdiğim yedi öyküden oluşturmuştum, yani ironi ve eleştiriyi biçime de yüklemiş oldum. Biçimi “post-modern” bulunan -oyçokluğuyla- Yedinci’nin yayımlanışından 25 yıl sonra günümüz tabiriyle “smart” yani “akıllı” bir roman olduğunu bugün algılayabiliyorum.
Burada ufak bir yaraya dokunduk sanırım. O halde, filmi, belgeseli çekilmiş edebiyat eserleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Sanat camiasına ve yazarına katkıları neler olabilir?
“Silah zoru” ile belletilmiş konuşmalar değilse sinema, tiyatro ve sahne, perde sanatlarına aktarılan edebi eser sahiplerinin genellikle bu aktarımlarda hoşnut olmadıkları hep gözlemlediğimi düşündüğüm bir vaka. Gerçek amaç, eser sahibini memnun etmek değil tabii ki. Eser sahibi, ki gizli gizli bu seçilmişlikten gurur duyar, böbürlenir; öte yandan bu yeni ve hiç anlamadığı rakipten rahatsızlık da duyar ve tepkisini dile getirir; neden böyle bir ikirciklilik içinde bulur kendini. Bunu asal nedeni sinema yapıtının bir “yapıt” olma konusunda taşıdığı tanım karmaşıklığı ve “zenginliği”dir. Edebiyat eserlerinin görsel karşılıklarında izlerden eserin bütününe kadar açılan bir yelpazede çok geniş bir etki ve aktarma alanı mevcut. Hem dikkatli hem de onurlu olunması gereken bir alan burası. Edebiyat eserlerinin merkezde olduğu ve diğer sanatlarının onu çevresinde sıralandığı bu alanda merkez-çevre düzeninde değişiklikler de gözlemlenebiliyor elbette. Ne var ki kronolojik düzlemde Yazı’nın ilk ve “ilkel” bir metin olması, yazar soyunun yüzlerce yıl yazı aracılığıyla -hatta tinsel ve dinsel retoriklerin bile- imgelerinin meyvelerini halka, tarihe açmalarını gerektirdi. Yazı mirası, bir daha asla bu kadar çoğul ve verici olamayabilir; yani insanlar artık sadece “yazmıyorlar”; düşünüyor, görüyor, duyuyor ve gösteriyorlar yeni kültür medyalarında. Yazı evet artık antik bir buluş özelliğinde durakladı; eskiden daha çok öteki medyalar için destekleyici ve yardımcı. Yaratıcı özünü yitirmedi, ama bazı temsil haklarını kaybetti, çünkü insana okumak yetmedi, yetmiyor.
Herkesin bir derdi vardır, elbet sizin de… Derdinizi en çok şiirlerinizde mi öykülerinizde mi anlattınız? Hangisinden memnun kaldınız?
Başka ne derdim olabilir, yaşamsal olanlar dışında, düşünüyorum. Soy olarak, diğer tüm yaratıcılık meslekleri ve çabalarında olduğu gibi; yalnızlık veya derin kalabalıklar içinde; unutulmuşluklar ile yüksek bilinirlikler arasında; okuduğumuz/okumakla yükümlü ve özgür olduğumuz tüm ortak kitaplar mirası, sonradan değiştirilemez ve değiştirilmeleri de teklif edilemez oldukları için bütün bu saydıklarımla başbaşa olmaya hükümlü olmamızdan başka ne derdimiz olabilir? Ne var ki ontolojik olarak salt yazınsal etkinlik ve varoluş sorunlarımızı çözmüyor; sorunların da çözümlerle başlarının iyi olmadıkları ayrı bir gerçeklikken bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Derdim ne ile neden varım soruları birbiriyle yarışır. Kötüsü, birbirlerine benzemekte yarışmalarıdır. Kimlik ve eylemleri birbiriyle karıştırma, birbirinin yerine kullanma hastalığı çağımızın salgınıdır. Artık tüm insanlar daha zeki, akıllı, donanımlı ve her tür veriye, bilgiye neredeyse mutlaka derecede erişmekte özgür oldukları için bugün yazarlık, özelde “edebiyatçılık” artık tek ömürden kısa süren bir meslek olarak tarihe karışmak üzeredir. Zamandan ân’a, süreden sekansa; analog ortamdan ses-yazı-görüntü-linklerin bilişsel kayıtlarına; bu irrasyonel yeni tapınç düzeni, kuşak kutuplaşmalarıyla daha etkin tüketici nüfusları olarak yaşamaya ve yaşlanmaya çoktan başlatılmıştır.
Siz de eskiden yazmış olduğunuz öykülerin daha iyi olduğunu düşünenlerden misiniz?
Özellikle Yeşilçam sinemasında hep şuna dikkat etmişimdir çocukluğumdan beri: Bütün ciddiyetiyle ekranlara taşınan tüm filmler zamanla tür değiştirir. Dramadan komediye, trajediden fanteziye bu sert geçişlerin ilk nedeni elbette değişen izleyici kuşaklar olduğu görülür. Asıl ve gizli nedeni ise içerdikleri sanat katkısı ya da hamurunun dozudur. Sadece az sanatsal ya da sanatsal oldukları/olmadıkları için değil, kalıcı sosyal ve kültürel içerik dozlarının sanatsal olarak harmanlanıp harmanmadıklarıyla ilgili bir karar ve yargı kavşağındayızdır aslında sürekli. Yeni medyalar tam da bu kavşaktan başlayarak insanın yeni gelecek yolcuğunda analog birçok içerik ve biçim türünden yalıtılmış olarak daha kimliksiz ve kişiliksiz araçlarla “harikalar” yaratmaya devam edecektir. Bu noktadan geçmişe, eskiye baktığımızda eskiden dokunduğumuz ne varsa altın rengiyle ışıldamasına şaşırmamalıyız bence.
Ne güzel söylediniz. Peki öyküler romandan daha sanatkârane midir sizce?
Dostoyevski mi Kafka mı gibi bir soru olarak alıyorum bunu, zira türler arası bir karşılaştırma bizi estetik bağnazlığa kadar götürebilir. Bildiğiniz gibi anlatının iki başlı ejderhası olaylar ve durumlardır ve bunlar üzerinden gelen edebi akışa odaklanacak olursak romanın, sanatın terk ettiği bir tür olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Romanla birlikte okur da yazar odasına dahil olmuştur artık. Kafka romanın sadece bir teknikten ibaret olduğunu söylerken Ferit Edgü, yanılmıyorsam, bir söyleşisinde Kafka’yı evetliyordu: “Yazarken yazarın asıl sorunu nasıl yazmak’tır.” Öykü, yüzölçümü ve elindeki zamanı gereği daha hızlı ve yaratıcı olmak zorundadır; öykü okurunun da zamanının çok olmadığını bilmesi bu zorunluluğa katkıda bulunur. Romanınsa zaman ve uzay bakımından sanattan belirli ölçülerde kendini yoksun bırakması oldukça masum ve anlaşılırdır.
Söyleşimizin sonuna geldik sayılır. Bu noktada şimdilik kaçırdığımız, atladığımız sorular ve yanıtlar var mıdır yeni kitabınız hakkında?
Öncelikle bu çalışkan tutumunuz için çok teşekkür ederim. Kitabım neredeyse henüz yayımlandı, yaklaşık kırk yıldır şurda burdaydı zaten. Kişisel olarak, 2009 yılında bu yana yayımlanan ilk “yeni” kitabım oldu İstanbul Oteli. Soruları yanıtlarken yeri önemsiz ama mesajı önemli bir söz bana çok dokundu ve İstanbul Oteli’nin çok geç çıkmış bir kitap olduğuna dair hayıflanacağım izninle. O söz şöyleydi: “Onu hatırlayan son kişinin ölmesiyle kaybolur insan.” Yazmanın en önemli nedenlerinden birini hatırlatmış olmak istiyorum burada: Kaybolmamak.
Comments