Ocak 2024'te tüm okurlarıyla yeni romanı HAYALLER KİTABI ile buluşacak olan Fatma Gürel'in bu eserinden enfes bir pasaj...
ESKİ KÂĞIT
Eski Kâğıt Ambarı tek katlı, yüksek tavanlıydı. Karşılıklı iki kapısı, kamyon girecek genişlikte ve hep açık...
Sıcak bir temmuz öğlesi, yemek çıkışında, herkesten ayrılıp dar gölgelerden yürüyerek ambara geldim. İçerisi birbirinin üstüne dökülmüş kâğıt yığınlarıyla doluydu. Eski kâğıtlar... Yırtık, kirli, sararmış, buruşuk, silik, kesik... Kısaca gözden çıkarılmış kâğıtlar. Burası geçmişte heyecanla yaşanılanların gün gelip nasıl bittiğini göze sokan bir toplu mezardı. Bir daha asla geri gelmeyecek o zamanların son izlerinin de yok edildiği bir gömütlük...
Kapının girişinde, üstüne bastığım gazetede, birinin ağzından çıktığı belli olsun diye tırnak içine alınmış “Asmayalım da besleyelim mi?” başlığını okudum; yanıbaşında, yırtılmış bir dergi sayfası üzerinde Fatma Girik’in masmavi gözlerini; üstüne düşmüş soluk bir afişte kılıcını çekmiş bekleyen Cüneyt Arkın’ı; köşeleri kat kat bükülmüş Okul Defterini, kapağı kopmuş bir romanı gördüm. Kenarına notlar yazılmış bir ders kitabı öyle parçalanmıştı ki üstündeki bilgileri taşıyamayacak haldeydi. Hepsinin üstüne kırmızı gelincikler gibi saçılmış, kupalı iskambil kâğıtlarını ayağımla büsbütün dağıttım geçerken.
Açılmış bir defter sayfasındaki uzun toplamalar ve kargacık burgacık yazılar bana nedense bunların güneşli, küçük bir bakkal dükkânında yazılmış olabileceğini düşündürdü. Ayaklarımın altından kayan, adım attıkça dağılan, kâğıt yığınının çoğunluğu gazetelerdi. Bir kısmı elden ele dolaşmış, bir kısmı okunmadan ölüme yollanmış. Küçüklü büyüklü yazılarıyla, yakın geçmişin tanıklığını yapmaya çalışıyor ve son anda hâlâ haykırıyorlardı. Üst başlığında LAĞVEDİLDİ diyeni de gördüm, KAPATILDI diye bağıranı da...
Yığının içinde dolaşırken, Merkez bankasından gelen, çoktan kullanımdan kalkmış banknot desteleri ayağıma takıldı. Atatürk resimleri tanınmaz olmuş on liralıklar ve kirden rengini yitirmiş, lime lime beşlikler... Pazarda dolaşan yoksul ev kadınlarının çantalarıından çıkmışlar. Birkaç yıl öncesi, küçük de olsa karşılığı bir şeylere denk gelirken, şimdi kurtulmak istenen birer atık olmuşlar.
Dün buradan Mühendis Ziya Bey'le geçmiştik. Bu bölüm adı üstünde eski kâğıtların işlendiği yer. Geniş ambardaki yığınlar bunun için toplanıyor. Sonra ya gazete kâğıdına karışacak ya da yeni karton tabakalarına dönüşmüş olarak çıkacaklar fabrikadan. Eski gazete balyaları, devlet dairelerinin yazışmaları, yıp-ranmış okul kitapları, ciltleri parçalanmış, yaprakları sararmış romanlar, yarısı kopmuş dergiler, yırtık defterler, resimler, öğrenci sınav kâğıtları, lime lime olmuş paralardan tuhaf bir karışım. Hem çok önemli yaşanmışlıklar görünüyor bu yığında, hem de işte bir gün gelip hepsinin yokluğa doğru evrilişi...
Ziya Bey dün bu kâğıtların parçalanışını, suda çözülüşünü, lif topaklarının, yabancı maddelerin ayrılışını, kimyasallarla inceltilişini, ağartılışını ve nasıl yeniden bir kâğıt hamuruna dönüştürüldüğünü anlatmıştı. Uygulamayı göstermek üzere İşletmenin içine doğru ilerlerken, hamur pompasının kafesli gövdesine dayanıp kalmış bir deftere takılmıştı gözüm. Elime alıp, yalandan karıştırmıştım. Sararmış yapraklardaki el yazısı beni içine çekti. Bir sayfada yalnızca ‘bugün çok mutsuzum. ‘ Başka birinde ‘bugün onu göreceğim... ‘ satırları gözüme çarptı. Daha çok oyalanmamak için az ötedeki kuytu bir köşeye doğru ayağımla ittim onu. Sonra öbür salona geçen arkadaşlarımın arasına katıldım. Ama aklım onda kaldı. Nedense o defterin beni çeken bir gizemi vardı.
İşte şimdi onu, tam ayağımla itip sakladığım yer-deydim. İki işçi yeni gelmiş bir kamyondan boşaltılan kâğıt yığınlarını bir yandan toparlayıp bir yandan taşıyıcılara yükleyerek “pulper”lara yolluyordu. Kırpıntıları, eski dergi ve sararmış gazete artıklarını usulca araladım. Onu buldum.
Bir duvarın gölgesine sığınarak sayfaları çevirmeye başladım. Baş tarafı yırtılmış. Sonraki sayfalarsa mürekkebin ıslanıp, dağılması nedeniyle okunması zor yazılarla doluydu. Ardından dün rastladığım yer geli-yordu. Çok mutsuzum sayfası. Onun arkasında ise şunlar yazılı: "Ben neden böyleyim. Bir denize düştüm ki dalgaları oradan oraya sürüklüyor beni. Ama kıyaya çıkarsam, denizden uzaklaşırsam, o zaman da biliyorum ki kalbim duruverecek.” Sonrakiler okunamaya-cak kadar silik... Üstelik bu kez renkli bir şey dökülmüş. Çay, belki kahve... Kahverengi lekeden kurtulmuş son satırlarsa şöyle:
“Bu dünya hiç bana göre değil. Ondan vazgeçeceğim. O benden çoktan vazgeçti. Bu dünya bana çok uzak. Burada olmamın hiçbir anlamı kalmadı.”
Yine koparılmış yapraklar ve son sayfada onlarca kez yinelenen aynı ad. Büyükten küçüğe ve değişik biçimlerde... Deniz, Deniz, Deniz, Deniz, Deniz, Deniz... En son ve en küçük yazılan artık okunamıyor. Defterden buram buram yükselen çaresizlik, beni düşüncelere sürükledi. Sanırım bir kız bunu yazan. Yazısı, defterin düzeni bana bir kız olabileceğini dü-şündürdü. Terkedilmiş mi? Ölmek mi istiyor? Kim bu defterin sahibi? Şimdi nerede? Ne yapıyor? Merakım öyle kışkırtıcıydı ki, elimde olsa gidip bulacağım onu. Bir izi var mı diye yeniden dikkatle her sayfayı inceledim. Yoktu.
Sonunda defteri depoda hamur kazanına gitmeyi bekleyen eski kâğıt yığınları arasında, en son yok olacağı, uzak bir noktaya bıraktım.
Oradan Oluklu Mukavva’daki işime yürürken, ilk kez ‘ben ne yaparım?’ diye düşündüm. Ayla olmazsa ben ne yaparım? Hiç bilmiyordum. “Olmazsa”yı hiç düşünmemiştim.
Comments