top of page
Yazarın fotoğrafıKafekültür Yayıncılık

"Yazdığım her şey bir gün başıma geliyor."



Editör ve yazar Halil Gökhan, 2010'ların başında 40 yazarla yaptığı söyleşileri NASIL YAZIYORLAR adlı bir kitapta toplamıştı. Birazdan okuyacağınız son derece ilginç söyleşi yeni basımlarında kitaba eklenen ve Halil Gökhan kendi sorularına verdiği yanıtlardan oluşuyor. Bir tür "sahibinin sesi"ndan nasıl yazılır?


Ne zamandır ve neden yazıyorsunuz?

Kendi sorularıma kendime sormanın günün birinde başıma geleceğini iyi biliyordum. Yazarken hep şunu gördüm: Yazdığım her şey bir gün başıma geliyor. Yazdıklarım oluyor. Yani yazdıklarımı yapıyorum. Yazarken böyle bir emir kipi yok. Eylem kipi var derin ve sessiz. Bunu anlamak için bir dönem çok kafa yormuştum sürrealistlere. Onların da bu işe kafa yorduklarını, nesnel rastlantıya takılıp kaldıklarını gördüm. Çıkış yerine bir delta üzerinden dağılarak okyanuslara karışmayı tercih ettiklerini de... Hatırladığım bir kitabevi vitrininin altındaki depoyu andıran karanlık boşlukta el feneriyle bir deftere birşeyler karaladığım... O kadar.


Bilinçli-bilinçsiz hangi yazar ya da etkilerin ışığında yazdınız?

Korku. Beni yazdıkça rahatlatan bir şey yoktu. Yazarken sadece korktuğumu unutuyordum. Bir başkasının korkusuymuş gibi bakabiliyordum benimkilere. Korktuğum hep başıma geldi, demek yerine yazdığım hep başıma geldi demem belki oradan. Bir gün hep okulda kapının müdür tarafından açılıp "Sevgili Öğrenciler az önce devletten bir açıklama geldi. Onlar da Birleşmiş Milletler tarafından bilgilendirilmişler: Tanrı yok. Evet yanlış duymadınız Allah yokmuş." Evet yazarken tam da bu beklediğim duygu var işte: Tanrı ya da bildiğimiz bir korku kaynağı yok orda. Bunun koşullu bir yokluk olduğunu bilmeden korkudan kaçışın beni sonradan koşulsuz korkulara teslim edeceğini bilmeden...


Kurgu ve yaşantı. Yazdıklarınıza hangisi daha çok hâkim?

İlk ne zaman farkına vardım yazdıklarımın bir gün gerçekleştiğinin, hatırlamıyorum, fakat bu aydınlanma için çok da uzun zaman beklemem gerekmedi. Bilinçsizce bu gerçekleşmeleri yaşamam yazmamı kışkırttı denilebilir belki de... Kurgunun yaşantıya döndüğü virajda bütün hayatımı kurmaya çalışmanın bir anlamı yoktu. Birşeyler anlatmak da boynumun borcu değildi. Okurun da yazarda âşık olduğu an, okunsun diye yazmaya mecbur olmadığı özgür an değil midir? Buna kim inanmak istemez...


Yazdıklarınızı yayınlatma deneyimleriniz...

Sonra posta kutuları başıma geldi. Onlara gelen mektuplar. Açılanlar açılamayanlar. İçinden para çıkan mektuplar. Fotoğraf çıkmayan mektuplar. Ama hep şiir çıkan mektuplar. Mektup yazma delisi oldum tam anlamıyla. Kaç mektup yazdım hiç saymadım kaç kişiye yazdım hiç merak etmedim. Hala yazıyorum. Mektupların neşredilmesi onları alınması açılması okunması ve cevap yazılmasıyla başlar. Cevaplanmamış mektup yazılmamıştır. Okunmamış kitap yayınlanmamıştır. Bu yüzden hep yayınlanmak istedim. Bunun için her şeyi yazmayı denedim. Şarkı, güfte, mimari çizim, karikatür, afiş, kolaj, masal, tekerleme, marş... Çok şey...


Süreli edebiyat yayınları… Yeri ve önemi sizce nedir ve deneyimleriniz?

Bir yazı eğer okunmadan yayınlanmamışsa dergiler, süreli yayınlar nedir değil mi? Kaçaklar... Olabilir. Sürgündekiler... Biraz zorlamayla, belki, ama asla olgun ve ustanın ilk anları, yetişme çağı mezarlığı değil. Dergilerin ömrü kısaysa daha çok şey barındırmaları gerekmez mi? Nefes, söz, tutku, lirizm, iddia... Laboratuvarı var kervanı var ölümsüzü var havai fişeği var... Onca türüne rağmen dergilerin ortak özellikleri bir gün kapanacak olmalarıdır ve bu gözle yapmalıdır onları.

Dergilerde demokrasi, hak, özgürlük olmaz... Heykel ile heykeltıraşın ilişkisinden daha çok ilişki ve iletişim beklememeli onlardan. Şüphesiz daha çok şey beklemeli...


Yazarlıkla ilgili hedefleriniz...

Okumayı istediğim bütün kitapların, bütün kitaplardan daha çok olduğunu fark ettim bir gün. O gün yazar olmaya karar verdim. O farkın okuru olacağım sanıyordum; yanılmışım... Yas tutmam çok uzun sürdü... Yas için kullandığım kitap beni benden çok aldı. Bittiğini sandım o an. Kitabı okumaya hâlâ bitirmiş değilim. Siz hiç son yirmi dakikasını izlemeden salonu terk eden bir izleyici gördünüz mü? Görmüşseniz muhtemelen o acil bir görüşmesi olduğunu unutmuş rolü yapıyordur. Muhtemelen o filmden sonra artık sinema izleyemeyecektir ve sinemadan alabileceği, görebileceği her şeyin bittiğine inanmıştır o yirmi dakikanın hemen öncesinde. O yirmi sayfa kalan ömrüm oldu. İyi ki okumamışım, yoksa bitecekti ve başka birisi olmak zorunda kalacaktım. Demem o ki yazmak için daha fazla çok fazla okumaktan vazgeçtim.


İlginç anı ya da gözlemleriniz...

Çocukken kitaplarını hayranlıkla okuduğum Oğuz Tansel'in kitabevimizi ziyaretini, babamın "Bak oğlum Tansel Amca" demesini hiç unutamam. O sıralar sadece masal yazıp okuyordum. Ve sonra lisedeyken bir yaz tatilinde babamla Cağaloğlu gezmelerindeyiz... Ayaküstü Milliyet'in karşısında Cemal Süreya ile Necati Cumalı ile sohbet. Ardından Gazeteciler lokaline gidişimiz... Orada tanıdığım çok simayı görmem. Öyle bir lokal neden yok artık yazarlar için? Sonra babamla ilk gözağrımız olan Varlık dergisini ilk ziyaretimde Kemal Özer, Asım Bezirci ile tanışmam. Anı ve gözlemler konusunda çok ama çok şanslıyım, 30 yaşına kadar ortamın dışından birisi olarak; ne yazık ki ondan sonra da ortam sanırım fena dağıldı. Kafamda hepsini toplamaya çalışıyorum her gün ya da ortam dediğimiz şey sadece kafamızda olanlardır, gerçekte değil...


Yazmanın, diğer temel disiplinlerle hakkındaki yorumlarınız?

İlk romanımda edebiyatçılar ve sinemacılarla uğraşıp durdum. Onları bir yere kapatılmaları gerektiğini düşünüyordum. Romanda hiç yazar yoktu, ama bütün kapatılmış sinema yönetmenleri yazar olmak zorunda kalıyorlardı aynı kütüphanede, çünkü teknolojiden yoksundular. Bizden de insani kılıfımızı çıkaralım nasıl hayvan olursak aynı şekilde onlar da öyle... Fakat roman bu, hiç de basit sıradan şeyler çıkmadı sinemacıların yazdıkları öykülerden. "Spoiler" vermeden anlatacak olursam öyküler, mektuplar, mezartaşı yazıları, galiba bir de intihar mektubu... Oradaki öyküler (Yedinci; 1999; yeni baskı 2012) roman için yazılmamıştı esasen. Daha önce yazdığım, hatta bir tanesi bir sinema festivalinde film öyküsü ödülü kazanmış bir öyküydü. Hem sinema yönetmeni senarist olma isteğimden genellikle öykülerimde absürd görsellikler ön plandaydı. Yazı değil de harflerden ördüğüm görüntüler anlatıyordu meramımı. Tabii ne kadar anlatıyorlarsa... Şiirin de dayatmasıyla ortaya tam bir hikâye de çıkamıyordu aslında; sözde, retorikte asılı birçok yan imge, görüntüye dönüşemeden öylece kalıyordu. O dönemde kesinlikle sinemacı olamazdım; hatta ressam bile olabilirdim, ama sinema asla. Değil mi ki yıllar önce yanlı okulun sonlarında şu kararı almıştım resim ile yazı arasında bir karar vermek zorunda olduğumu düşünürken: Yazar olacağım. Ressam için daha çok özgürlük gerekecek. İlla ki bir tercih. Ya o ya bu. O zamanlar öyle düşünüyordum ve şimdi o zamanlar düşündüğümü yaşasam da teknoloji ve iletişimin ilerlemesiyle kendi kitaplarım olmasa da işlerimde görsellikle onun tasarımı arasında bir alanda bir şeyler yapmaya çalışıyorum anlaşılır olmak adına.




















66 görüntüleme0 yorum

Σχόλια


bottom of page