EMİNE EBRU yeni bir öykü kitabıyla karşımızda. 2012-2024 arası toplamda yirminin üzerinde eser veren (roman, öykü, deneme, inceleme, biyografi, derleme) yazarımız sanki Türkiye’de kadınların dünyasal önceliklerine, önce bize’den en son ben’e kadar uzanan bir yelpazede “itaat” etti ve buna tepkisini sivil itaatsizliğin isim ve içerik babası Henry David Thoreau kitabıyla göstermişti adeta. Yazarın edebiyat yolculuğu ise ideolojik angajmanların ötesinde daha çok sanatın kendi iç gelişme ve ilerleme koridorlarında tüm hızıyla sürüyor.
Geçmişe ve geleceğe yolculuk, zaman makineleri ve zaman yolcuları hakkında yazılmış kitaplar, çekilmiş filmler ve yapılmış araştırmalar sonucunda zamanda yolculuk gerçekten mümkün olabilir mi sizce?
Kitaplar ve filmler, hayaller yerine bilimsel gerçeklerle uyumlu olsalardı kimse onlarla ilgilenmezdi. Kitaplara ve filmlere bakarak karar vereceksek; evet, değişik ve tuhaf profesörlere denk gelen herkes zamanda elini kolunu sallaya sallaya dolaşabilir.
Bilim dünyasının zaman yolculuğu ile ilgili bize sunduğu araştırma sonuçları ve teoriler ise hiç ama hiç ümit verici değildir.
Kitapta bir trafik kazası sonucu geçmişe giden Alper’in kendi gençlik yıllarına dönüşünü ve orada yaşadığı olayları mizahi bir dille anlatmışsınız. Bu fikir, bu konu nereden aklınıza geldi?
Zeki, yetenekli ve profesyonel yazarlar içeriklerini kurgularken kendi iç dünyalarını ya da bastırılmış duygularını bir kenara bırakıp dünyanın geri kalanını malzeme olarak kullanma yetisine sahiptirler. Ben onlardan biri olmadığıma göre ortalama bir insan gibi gençlik yıllarıma duyduğum ilkel özlem üzerinden hareket etmeye ve ana karakterle kendimi özdeşleştirme hakkına sahibim ve bu hakkımı kullanıyorum.
Elinizdeki bir malzemeyi, aklınızdaki bir fikri kurguya dönüştürürken nasıl bir süreç işliyor? Öykü ya da roman, hangisinde kendinizi daha iyi ifade ediyorsunuz?
Eski bir röportajda üretim sürecimin sancılı değil eğlenceli olduğunu söylediğim için yazarlardan oluşan bir engizisyon mahkemesi tarafından yargılanıp aforoz filan edileceğimi düşünmüştüm, ama sanırım o röportajı kimse okumadığı için böyle bir durum ortaya çıkmadı.
Fikir ortaya çıktığında eğlenebiliyorsam yazıyorum ve süreç böyle ilerliyor. Hatta inanılır gibi değil ama bazen bitirdiğim bir bölümü ertesi gün okuduğumda hiç ummadığım tatlı sürprizlerle karşılaşıyorum ve kendime gülücüklü kalpli emojiler atıyorum.
Öykü mü roman mı? İşe başlarken çoğunlukla bilmiyor oluyorum zaten. Sayfa sayısı yeterince artarsa roman oluyor.
Bu kitaptaki öykülerinizde yarattığınız karakterler oldukça fazla ve çeşitli, bunun nedenleri ne olabilir?
1988 yılına giden ve tatilini İstanbul Kadıköy’de geçiren herkes yüksek ihtimalle bu karakterlere rastlayacaktır. Ben şahsen gitmiş olmasam da gidenlerin bire bir ifadelerinden faydalandım. Ancak kaynaklarımı açıklamam etik olmaz.
Bir taraftan da Titanik adlı derginin editörlüğünü yürütüyorsunuz. Sosyal medya ve yapay zekanın revaçta olduğu şu zamanlarda basılı dergi ve kitaplara vakit ayıran, okuyan azalmadı mı sizce? Nereye kadar böyle devam edebilir?
İnsanların kağıda basılı yayınları almamalarının sebeplerini ya da suçlularını aramak sorunu çözmeyecektir. Bir şeyleri suçlama tutumu zaten yaygın bir salgın hastalık halindedir ve hastalığa tutulanlar çözüm üretmek açısından sakat kalmaktadırlar. Örneğin; internet suçludur. İnterneti suçlayalım, evet. E hadi interneti suçladık, ee? Çözüm bulduk mu? Yok.
Bize yardımcı olacak doğru soruyu bulmalıyız. Basılı dergi ve kitapları neden almadıkları sorusu yanlış sorudur. Neden aldıkları sorusu doğru sorudur. Eski güzel zamanlara geri dönüşü garanti etmese de bu sorunun cevabı daha fazla bir süre hayatta kalabilmeye yetecek stratejiler belirlemek için gereklidir. Satın alan birileri hala var, peki neden alıyorlar? Satın alma gerekçelerini arttırmak ve çeşitlendirmek gerekiyor.
Böyle bir görevi kim üstlenir ve yerine getirir? Üç yazar iki yayınevi değil elbette. Bunu kendine dert edinen herkesin bir çatı altında toplanması, proje üretmesi ile olur bu.
Bu kitabınız 2 bölümden oluşan uzun bir öykü ve bir başka öyküden ibaret. İlk öykü kitaba adını veriyor, bu öyküden yola çıkarak soracak olursak zaman nedir sizce? Geçmiş ve gelecek felsefesi nedir? Anı yaşamak mı? Geçmişe takılmak mı? Geleceği düşünerek plan yapmak mı? Tüm bunlara kafa yorarak ama kafayı da bozmadan mizahını yapmak mı? Sizce hangisi?
Zaman, fayda sağlayabileceğimiz ve fayda üretebileceğimiz bir veri tabanıdır.
Asıl olan fayda üretebilmektir, kendimize, ailemize ve evimiz olan bu gezegene. Geçmiş bunun için dikkate alınmalıdır. Sadece kendi şahsi geçmişimizden değil, insanlık tarihinden söz ediyorum. Gezegenimizdeki hayatın şusundan busundan şikâyet ediyorsak geçmişi bu gözle ele almadığımız ve sürekli aynı hataları tekrar ettiğimiz içindir. Üreteceğimiz faydayı da zaten gelecek için üreteceğiz, henüz sahip olmadığımız ama kaçınılmaz olarak sahip olacağımız tek şey gelecektir.
İmkânsız olmayan bu işleri ne kadar çok becerebilirsek kafamız o kadar az bozulur.
Mizaha gelince, onu kendim için yapıyorum. Eğer bu yaptığımdan başkaları da nasipleniyorsa kendini yazar farz eden herkes gibi ben de bundan mutluluk duyarım.
Yazı aracılığıyla en az hasarla atlatabileceğimiz zorlu günlerden geçtiğimizi var sayarsak mizah yazarlığı bunun neresinde duruyor? Yazar sadece kendini eğlendirmek için yazıyorsa göreceli olan böyle bir ortamda okuyucuya ne sunabilir?
Zorlu günlerden geçmediğimiz günleri ben hatırlamıyorum. Zorlu olmayan günler yaşayıp da örnek verebilecek olan var mı?
Unutmamak gerekir ki zorlukların daha ağır yaşanmasının sebeplerinden bir de yazının ta kendisidir. Dünyanın neredeyse tamamının yalan söylemesini ve kendi yalanlarına inanmasını sağlayan araç çok net biçimde yazının ta kendisidir. Bir yalanın dakikalar içerisinde tüm dünyada inanılır hale gelmesini sağlayan şey yazının ta kendisidir.
Elbette bunun karşısında durabilmek de ancak yazıyla mümkündür. Yalanlara karşı doğrularla dikilmekle mümkündür.
Mizah bunun neresinde duruyor? Elbette insanlardan çok şempanzeler için uygun olan aptallıkları bu kapsama almayacağız. Mizah, zekice ve zeki insanlara hitaben yapıldığında yapıcı yaklaşımları tetikler. Şu aralar zorlu günlerden geçtiğimiz gibi negatif bir yanılgıdan sıyrılıp çözüm üretecek bir algı rahatlığına erişmemizi sağlar. İşte mizah yazarlığı tam olarak burada duruyor.
Yazar kendini eğlendirmesin mi? Yazar kendini eğlendiremiyorsa başkalarını eğlendirebilmesi çok mümkün olmaz, olsa da eğri büğrü ve tesadüfi olur.
İlk kitaplarınız ve yazılarınızda dramatik, travmatik yazı dilini tercih etmişsiniz. Son iki kitabınız oldukça eğlenceli ve ilginç karakterlerden oluşuyor. Bu dönüşümün sebebi nedir?
Kendime ve okurlarıma nereye kadar eziyet edecektim ki? Eski ilham perimin kasadan pozitifliğimi yürüttüğünü anlayınca onu kovdum ve yeni bir ilham perisini işe aldım. Her gün birbirimize kalp ve gülücük atıyoruz.
Okuyucuda nasıl bir iz bırakmak istersiniz bu kitabınızla?
Her yerde bu kitaptan bahsetsinler mesela, öyle bir iz kalsa. Oluyor mu öyle?
Son olarak bu kitabı hangi koşullarda yazdınız? Bildiğim kadarıyla tam zamanlı mesai yapıyorsunuz, bir taraftan ev, çocuk ve sosyal hayata sığdırdığınız pek çok şey… Tüm bunlara vakit ayırdığınızda size ne kalıyor?
Tamam, hesaplayalım. Uyuma ve deneyip de uyuyamama süresi 8 saat. İş yerinde mesai 8 saat. Yollarda 2 saat. Çoluk çocuk ile ilgilenmek 3 saat. Ev, yemek, bulaşık, temizlik, çamaşır vs 4 saat. Sosyal hayat 2 saat. Ne etti? 28 saat filan. Geriye eksi 4 saat kalıyor. Gayet makul ve yeterli.
Comments